Abartmaya lüzum yok

Aylardan Kasım. Gökyüzünde dolunay. Akrep dönemi etkisini hissettiriyor. Ay burcu Akrep olan biri olarak, bu aralar hisler daha yoğun, daha da derin.

Hislerime güvenmediğim hiçbir zaman olmadı. Hislerim beni asla yanıltmadı. Hislerime kulak vermek beni huzursuz etmedi, hisler sevimsiz olsa da. Çok aşırı “mantıklı” hareket etmekse, tam tersine içime sinmedi, sinemedi, sinmesin. Ama elbette denge, tepede ay tam haliyle ışıldarken, içeri doğru sessizlik, metcezir kabarıklığına bir es verilebilir.

Uykulu hallere, yüksek beklentiler eklenince, sanki buğulu bir aynaya bakar gibi oluyor insan. Hani aynayı silmek için kolonya gibi bir şey sıkarsın, görüntü düzeleceğine iyice bulanıklaşır ya, öyle bir döngü oluşabiliyor bu uyku halinde sanki. Bazen bir görüntü yansıyor, sen gördüğünü sanıyorsun, ancak bir rüya, olmadığın bir şey, olmak istediğin bir şey, zamanla bir kabus, ama sen değil. İyi de bu kendini görmek, uyanmak, kendini bilmek nedir?

“Ve insan kendisini bilince her şeyi bildi, demektir.”*

Tüm bilgiler aynı yere çıkıyor eninde sonunda. “Bir”e varıyor, birleşiyor. Daha önceki soru işaretleri, artık kalmadı kabul ediyorum. Yol denen sanırım, kendini bilmekten ibaret. “Çok da fazla düşünmemek, uğraşmamak lazım” diye duyuyorum ara ara, ama ben düşünmekten yorulmuyorum, çekinmiyorum, öğrenilmesi gereken, çözülmesi gerekenler varsa, bağlı kalmak istemiyorum, karanlık kalmasın, bileyim kendimi. Bu konuda ürkmüyorum. Zaten zaman etkisini gösteriyor. Bir şey gerektiğinde karşına çıkıyor. Bir insan oluyor. Bir kitap oluyor. Bir şarkı. Bir kedi.

Telaşa kapıldıkça, hızlanma isteği seni daha da yavaşlatıyor. O hız yok mu? O hırs? Daha hızlı olsun, daha çok olsun. Olmasın. Neyse o olsun, elimden geldiğini abartmaya luzüm yok. Her şey pek bir mühim geliyor ya insana. En mühim benim. Benim yaptığım iş, dünyanın en ama en önemli işi. Ben de en önemlisiyim bu konuda, ya da olacağım, dur bir bekle. Yok. Böyle bir durum yok. Uyumaya devam.

“Sadece yoga yapıyoruz, abartmaya gerek yok” dedi arkadaşım Devrim. Ve bir an durdum. Doğru. “Sadece yoga yapmak isteyenlere/ yapanlara elimizden geldiğince rehberlik ediyoruz”. Doğru. Mütevazi olmak, kendini azımsamak da yanlış anlaşabiliniyor. Hele hele buralarda. Ama kimin nasıl işine geliyorsa, nasıl bir algıya sahipse, öyle olmak da hürüz. Zorla ne değer artar, ne azalır.

Yaralarımız var. Olmayanlar varsa, ne şanslı. Yaralar sarınmadan, uyku dozunun azalmadığını düşünüyorum. Duygusal yaralar için, çocukluğa dönmekten başlamak şart. Çocukluğumuza dönelim. Sonra kendimize. Sonra varsa/olacaksa çocuklarımızla olan ilişkimize. Bir su gibi yansıyoruz hayatımızda. Lekeler varsa önceden, zıplıyor salçalı bir sos gibi tüm geleceğimize, etrafımızdakilere. İlginç.

Korku. Öfke. Sevgi. Üzüntü. Duygusal yaralanmaların hepsi, ilk aşamaları bu duygulardan birinin ya da hepsinin sapmasıyla ortaya çıkıyormuş. Korku da, öfke de gerekli duygular. Korkusuz, öfkesiz olmak gibi bir durum yok. Ama dozunda, yerinde olanı var, bir de kontrolsüz, aşırıya kaçan haller var. Orada kırmızı renk yanıp sönmeye başlıyor.

Sevgi her daim şart. Üzüntü ise, yaşadığımız kayıplarda (kayıptan kasıt sadece kişi değil, her türlü ortamın, koşulun kaybı da dahil) iyileşmemizi sağlayan bir duygu. “Üzülme” demek bir yardım değil, belki bir iyi bir dilek karşınızdakine. Ama eğer kaybedilen bir durum varsa, üzülmekse hissedilen, karşınızdakinin üzülmesini kolaylaştırmak için ona ağlaması için bir omuz vermek, bir mendil uzatmak, sarılmak, destek vermek daha yerinde bir yardım.

Özetle, tüm bu duygular şart. Ama sapma halleri oluşunca bu duygularda, yaralar meydana geliyor. Belki özellikle bu dört duyguyla aramızın nasıl olduğuna bir bakış fırlatmakta fayda var. Çocuklukta bu duygularımıza, ki duygular tepkilerimiz oluyor yerine göre, çevremizden aldığımız tepkiler, gelecekte bizi şekillendiriyor. Uzman değilim kesinlikle, uzun yıllar sonra kitaplarımın arasında karşıma çıkan bir kitap** bana bunları paylaşma isteği sundu sadece. Ama kendimizde fark edip bu duygularla olan ilişkimizi, varsa çocuklarımıza da nasıl yaklaştığımızda sonsuz hassas olmalıyız.


Kısa bir tatilin ardından, İzmir’in masmavi gökyüzünün altında sabah yogamı yaptım, her güneşe selamda ellerimle kuşlara dokundum, uçakları yakaladım ve tekrar serbest bıraktım. Güzelbahçe’nin ağaçlarından en sevdiklerimi beynime kazıdım ve yine buradayız. Yoğun İstanbul’da…

Havalar soğurken, matların üzerinde ısınma mevsimi geldi. Kışın yoga yapmak ayrı güzel.

Sevgiler.

*S.62, Mevlana, Hayatı –Eserleri, Mehmet Önder
**Michael Hardiman, Hayat Sizi Üzmesin, Epsilon Yay.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İlk kez yoga dersine gideceklere tavsiyeler

108 sayısı...

Zora dayanmak